375'te "Tanrının Kılıcı" Atilla'yla başlayan ilahi askerliğimiz, Malazgirt Savaşı, Haçlı Seferleri ve Viyana Kuşatmalarıyla 1683'e kadar devam etmiş; Batının gözünde Türkler, görüldüğü yerde vurulacak "taarruz komandoları" haline gelmiştir.
Avrupa'da bu işin adına da "Orient Question" (Şark Meselesi) denilmiştir.
Şark meselesinin kanlı cephelerinde yüzyıllar boyu yılmış ve yorulmuş bazı Türkler de padişahtan ve Atatürk'ten sonra çok partili demokrasinin nimetlerinden yararlanarak kirişi kırmaya başlamışlardır.
İdeoloji, din, peygamber, demokrasi, etnik haklar... Bunlar ucuz bahanelerdir.
Tabii ki vatandaş bu işi kendi başına yapmamıştır; ancak "kaçış" tabir ettiğimiz ideolojik akımlara kapılmasında bu geçmişin ve yarattığı psikolojinin rolü vardır.
Ayrıca modern çağlarda bu psikoloji, kapitalist konfor ve bireycilikle de tahrik edilmektedir.
Oysa millet öğüten bu dişil coğrafyada yaşamak zaten zordur. Tanrıça Kybele'nin tarım kültürüne saplanıp kaldığınız anda askeri karakterinizi kaybedersiniz. "Baskın yapan" kavim olmaktan çıkar "baskın yiyen" kavim haline gelirsiniz.
AKP iktidarının 12. yılında dağlı dinamiklerin, Arabî yerleşiklere galebe çalmasının sebebi budur. Lice'de dikilen terörist heykeli bunun sembolüdür. Devletin derinliklerinde yatan ideoloji takviyeli "Atatürkçü" Türklük bilinci, hapsedilince meydan iktidarın temsil ettiği edilgen kültüre kalmış ve ideolojik etkin PKK, sınırlı gücüne rağmen alacağını almıştır.
Öteden beri, Çinlileşmek, Samileşmek, İranlılaşmak kolay olanı seçmekti. Türkler, bu şekilde kentleşenlere "yatuk" yani tembel demişlerdi. Türkçede "yatık" kelimesine sonradan başka anlamlar da yüklendi. Kelime zamanla "herkesle düşüp kalkmayı" da ifade etmeye başladı.
Çünkü hayatın dayattığı kimlik değişiklikleri açısından tembelliğin sonu yoktu.
Şimdi de Rumlaşmak, Ermenileşmek, Araplaşmak, Türk'ün ezeli görevi olan Allah'ın askerliğinden firar... Canı pahasına Türk kalmak ise Ülkücü ideolojik şuur gerektiren kutlu bir istikrardır. Onun için siyasette en önemli görevimiz, Türk'e ve Ülkücüye sahip çıkmak olmalıdır.
Bu da Bizim Parti İçi Demokrasi Meselemiz: (Kardeş kardeşe niye küsüyor?)
Demokrasi varsa, görüş ayrılığı ve tartışma elbette olacaktır. Ancak her zaman içine düşülen hata, kürsüde, liderler seviyesinde yaşanan nezaket ve centilmenliğin aşağılarda korunamamasıdır. Bunda araya karışan şahsi hikaye veya sorun sahibi kışkırtıcıların da rolü vardır.
Biz henüz, "ağzını burnunu dağıtmak"la, "sandıkta mağlup etmek" arasındaki tercihi tam olarak yapabilmiş bir kitle değiliz. Güdülerle hareket ettiğimizde ise daima birinci eylem türü ağır basıyor. Çünkü en uzun kavganın beş dakika sürdüğünü bilecek kadar akıllı ve bir o kadar da aceleciyiz. Bu yüzden ikna için çaba göstermek yerine, saniyeler içinde kırıp dökmeyi yeğliyoruz.
Ayrıca… AKP projesi gereği, PKK'nın tüfekle sonuca gidiyormuş gibi görünmesi de bizdeki iç tansiyonu yükseltiyor. "Vuran kazanıyor kardeşim! Öyleyse en iyi yol budur!.." düşüncesi…
Daha da derinde "kavgayla netice alındığı" izlenimi veren soğuk savaş döneminin etkisi var. Oysa soğuk savaşın gerçek galibi, 14'lüler, stenler ve keleşler değil, asla kullanılmayan nükleer silahlar, ateş etmeyen tanklar ve onların sağladığı "tartışılmaz meşruiyet!" olmuştur.
12 Eylül derslerinin de ışığında tercihini meşru siyasetten yana yapanların, siyasetin her aşamasında meşruiyete saygılı olması gerekiyor. İki de bir sınıra dayanmak ve tercih değişikliği ikilemi yaşamak ise sadece, zaman ve enerji kaybına yol açıyor.
Soğuk savaş döneminden kalma, "ozan tipi" sert şiirsel muhalefet, memlekette olan biten karşısında zaten sinirleri gerilmiş olan Ülkücü hareketi germekten ve kardeşi kardeşe düşürmekten başka işe yaramıyor.
O yüzden de özellikle bizimki gibi her birinin mensubiyeti, şehit canı kadar değerli olan böylesine zor kazanılmış bir camiada, adayların taraftarlarına sık sık Ülküdaşlık hukukunu hatırlatması, en azından yol boyunca "siyasi nezaket" telkin etmesi gerekiyor.
MHP'de neden profesyoneller yerine "Ülkücülerle" çalışılması gerektiği de burada kendini gösteriyor.