Başlıkta geçen “Hakikat” kavramı el-İsfahani’ye göre, “Gerçek ve var olan şey, doğru inanç, riyadan arınmış amel ve tam olarak maksada uygun düşen söz, ebedi olması dolayısıyla asıl gerçek hayat kabul edilmesi gereken ahiret, bir dilde asıl olarak hangi anlam için konulmuşsa o anlamı ifade etmek üzere kullanılan lafız” gibi anlamlar içerir (el Isfahanı, el-Müfredat hkk.md).
“Bilmek” anlamında kullanılan “İlim” ise, “Bilgi” ve “Bilim” anlamındadır. Klasik sözlüklerde, “Bir şeyi gerçek yönüyle kavramak, gerçekle örtüşen inanç, bir nesnenin şeklinin zihinde oluşması, nesneyi olduğu gibi bilmek, tümel ve tikellerin kavranmasını sağlayan bir özellik” olarak tanımlanmıştır (İlhan Kutluer, TDV İslam Ansk. İlim Md.)
Hakikate varmak ya da doğruyu bulmak, insanoğlu için ilk gününden itibaren temel bir amaç olmuş ve bunun için günden güne değişen ve gelişen yöntemler denenmiştir. Ancak lu var ki, tarih boyunca hakikate, doğruya, güzele ve insanlığın mutluluğuna vesile olacak sonuca ulaşmanın en sağlıklı yolunu ilahi bilgilendirme olan vahiy göstermiştir. Bu da demektir ki, insanlık vahye itibar ettiği durumlarda hakikate ve en doğruya ulaşmış olur, vahyin umursanmaması durumlarında ise her denenen yol kaosun başlıca nedeni olur ki, yaşanmış tarih bunun örnekleriyle doludur.
Kur’an-ı Kerim bütün peygamberlerin vahiyle bilgilendirildiğini, peygamberlerin de toplumlarını bu vahye dayanarak bilgilendirmeye özen gösterdiklerini sık sık hatırlatır. Nitekim, Neml suresinde, “Biz Davut’a ve Süleyman’a ilim/vahiy lütfettik ve bu lütuftan dolayı onlar:
“Bizi mümin kullarının birçoğundan üstün kılan Allah’a hamdolsun” (Neml,15) dedikleri haber verilirken,
Bakara suresinde de, “Biz size ayetlerimizi duyurması, sizi inkar, şirk ve günahtan arındırması, siz hem Kur’an’ın anlam ve mesajını hem de hikmeti/bu mesajın hayata nasıl taşınacağını öğretmesi ve bunların yanında bilmediğiniz hakikatleri size öğretmesi için içinizden bir peygamber gönderdik” buyurulmaktadır (Bakara,151).
Oldukça fazla tekrarlanan bu anlamdaki beyanlar, öğrenmenin temelinin vahye dayandığını göstermesi bakımından da dikkat çekicidir.
Bu beyanlara, “Hiç bilenlere bilmeyenler bir ve aynı olur mu?” (Zümer,9), “Kulları içinde Allah’a gerçek anlamda saygı ve bağlılık gösterenler, Allah’ın ortaya koyduğu hakikatleri gereği gibi anlayıp kavrayan kimselerdir” (Fatır,28) anlamındaki beyanları da eklersek Kur’an’ın ilim ve öğrenmeye ne kadar önem verdiği daha iyi anlaşılır. Kur’an, ayrıca inkarın ya da Allah’a başka varlıkları denk tutmak demek olan şirk anlayışının ana nedenini bilgisizliğe dayandırır (Rum,29 Tevbe, 6 vb.) ve özellikle şirk koşanların bu hususta ortaya bir kanıt koymalarını ister (Saffat,153-157).
Çünkü Kur’an’a göre kanıtsız ve belgesiz konuşmak boşuna laf üretmektir ve bu kınanası bir durumdur (Nur,15, Ahzap,6).
Kur’an ayrıca gücünü bilgiden almayan sözün cazibesine kapılmamak gerektiğine de dikkat çeker. (Lokman,6).
Bütün bunların yanında Kur’an, muhakeme etmeye, araştırıp incelemeye ve irdelemeye de büyük önem verir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Hz. İbrahim’in muhakeme yeteneği kazanabilmek için Allah’a dua ettiği (Şuara,83) ve Hz. Musa’ya muhakeme yeteneği bahşedildiği (Kasas,14) özellikle vurgulanır.
Ayrıca herhangi bir haber gündem olduğu zaman onun araştırılması, üzerinde düşünülmesi ve hemen kabul edilmemesi gerektiği, yoksa fasıkların/günaha batanların elinde oyuncak durumuna düşüleceği de haber verilir (Hucurat,6) ki, insanlar düşünmeden konuşmasın ve her söylenene kulak kesilmesin. Zaten hakkında kesin bilgi bulunmayan bir konuda konuşmak da Allah’ın haram saydığı işlerdendir (İsra,36).
Kur’an, asılsız haberleri yayan ya da taşıyıcılığını yapanları hem dünyada hem de ahirette çok can yakıcı bir azap beklediğini bildirmekle de inananlara uyarıda bulunur (Nur,19).
Kur’an şahsi çıkar için muhakemenin ya da araştırıp inceleme yapmanın terk edilmesini hoş karşılamaz ve böyle davranmayı yasaklar.
Nitekim bir ayette: “Ey iman edenler! Allah yolunda savaşmak üzere yola çıktığınızda karşınıza çıkan yabancı kişilerin durumunu iyice araştırın ve size barış teklif eden kimseye, ganimet gibi basit dünya menfaatine tama ederek, “Sen Mümin değilsin” demeyin sakın” diyerek uyarıda bulunmaktadır (Nisa,94).
Bilmeden, öğrenmeden sormadan ve soruşturmadan herhangi bir haberi yayan kimseler için inen şu ayet de önemli ipuçları vermektedir:
“İslam’ın yarım gönüllü mensubu bazı kimseler, müminler zafer kazandığı veya hezimete uğradığı yolunda bir haber/bilgi aldıklarında bunun doğru olup olmadığını araştırmadan etrafa yayarlar. Halbuki bu haberi öncelikle Peygamberle veya yetki sahibi müminlerle paylaşmış olsalardı, onlar haberin aslını öğrenir, işin iç yüzünü ortaya çıkarırlardı. Allah size peygamber ve vahiy gönderme gibi bir lütufta bulunmamış olsaydı, aslını esasını araştırmadan etrafa yaydığınız haberlerin çoğunda şeytana uymuş, onun tuzağına düşmüş olurdunuz” (Nisa,83).
Yani şeytanın ve şeytanlaşmış insanların oyuncağı olmamak için müminlerin mutlaka Kur’an’ı referans almalıdırlar. Zira Kur’an doğrunun, hak ve hakikatin ta kendisidir. Nitekim Kur’an, doğruya ve doğruluğa yönelik birçok ayetinin yanında iki ayette de kendini doğrunun karşılığı olarak “Sıdk” diye nitelendirir (Zümer,32-33) ve fonksiyonunu da “En doğru yola ulaştıran” olarak belirtir (İsra,9). Bu da demektir ki, doğruyu bulmak için öncelikle Kur’an’ı esas almak gerekir. İlahi bir bilgilendirme olan Kur’an esas alınmadığı zaman ise birçok toplumsal felaketlerle karşı karşıya kalınır ki, bunların başında da hiçbir esasa dayanmadan konuşmak, yalanı geçim aracı yapmak gelir.
Ne yazık bugün yaşadığımız durum bundan ibarettir, meşhur deyişle “Ağzı olan konuşuyor” ve bu toplumda kaotik bir duruma neden oluyor. İlginçtir ki, Kur’an en büyük zulüm ve kötülük olarak şirki (Lokman13) yasakladığı ayette, “Asılsız şeyleri söylemekten uzak durun” diyerek yalan konuşmayı da yasaklar (Hac,30) Yani yalan konuşmak da en az şirk kadar kötü ve onur kırıcıdır. Yalanın en büyük günah olmasının nedeni de hiçbir günahın yalan konuşmadan işlenememesidir.
Örneğin mafya yöneticisi mi, halkın malına mülküne konan vurguncu mu, eşini aldatan kimse mi, menfaat devşirmek için bütün benlikleriyle siyasilere kul köle olanlar mı yalan konuşmadan bu yaptıklarını yapabilirler? Unutmamak gerekir ki, Hz. Peygamber yalan konuşmayı nifak ve çifte standart olma nedeni sayar (Buhari, Vesaya Müslim, iman) ki, bu münafıklık demektir. Münafıklığın ise Allah’ı inkâr etmekten farklı bir durum değildir. Yani yalan konuşarak münafıklık sergileyen kimse mümin olamaz. Zira Kur’an münafıklarla inkarcıların cehennemde toptan bir araya getirileceğini haber verir ((Nisa,140).
Hz. Peygamberin, doğruluğun cennete, yalanın da cehenneme girmeye neden olduğunu (Buhari, Edep Müslim, Bir) haber vermesi de bu anlamda önem arz eder. Yalanı ve yalan konuşmayı siyaset ve geçim aracı yaparak Kur’an’ın ve Hz. Peygamberin rehberliğini bir kenara bırakan bir toplum meydana geldi mi artık hakka ve hakikate ulaşmak da mümkün olmaz.
Örneğin halkın oyunu almak için muhalif partileri teröre hizmet etmekle itham edip onların yönetime gelmeleri halinde elektrik sayaçlarının bile PKK militanları tarafından okunacağı ve artık PKK’lıların bütün evlere gireceğini ve hapisteki parti başkanının serbest bırakılacağını söyleyip yönetime geldikten sonra bu söylenenlerin tam aksine bir yol izlenirse, hatta o kötülenen gruba güzellemeler yapılır ve elebaşlarının affına yönelik işlemler başlatılırsa hangisine hakikat diyeceğiz?
Peki, bu, bir yanıltma, manipülasyon ve bilinçli bir aldatma değilse nedir?
Toplumu yalanlar ve manipülasyonlarla ayakta tutmaya çalışmak beraberinde başka olumsuzluklar da getirir ki, bunun sonucu toplu bir kokuşma ve çürümeden başka bir şey değildir. Çünkü artık böyle bir toplumda tarihte kötü ve zalim olarak nitelenen toplumların başına gelen ilahi ceza yasaları devreye girer. O zalim toplumlar ki, Firavun örneğinde olduğu gibi, halkı sınıflara bölüp parçalamak, kimini benimseyip kendinden kabul etmek ve maddi-manevi taltif etmek kimini de olabildiğince karalayıp kötülemek, insanları yalanlar, büyü ve illüzyonlarla manipüle etmek gibi hususlarda nam salmışlar ve bunun cezasını daha dünyada iken feci bir şekilde çekmişlerdir. Zaten ilahi vahiylerin sık sık gönderilmiş olması da böyle kaotik duruma son vermek içindir. Esasen ilahi yasanın bir gereği olarak hiçbir toplum sırf çarpık inanca sahip olduğu için değil, böyle fesat, bozgunculuk, ahlaki yozlaşma, zulüm ve kötülüklere batmış olması nedeniyle helak olmayı hak eder (Hud,117 Kasas,59).
Günümüzdeki Müslüman toplumlarının kötülükleri geçmiş toplumların kötülükleriyle benzeşiyorsa ilahi yasa bu toplumlar için de gündemdedir demektir. Nitekim Allah, Kur’an’ın inzal sürecinde müşriklere, “Sizin inkarcılarınız geçmiştekilerden daha mı üstün ve değerlidir?” (Kamer,43) sorusuyla bu gerçeğe dikkat çekmiştir. Günümüzdeki Müslüman toplumlarda o arada kendi ülkemizde ne yazık ki, Müslümanlığı çağrıştıran toplumsal bir düzen ve yapılanma söz konusu değildir. Herkes şahsi çıkarına odaklanmış ve bunun için de herkes bir başkasını bir şekilde manipüle etmek ve kandırmak peşindedir. Empati veya başkasını düşünme gibi bir durum trafikte yol verme gibi en basit işlerde bile söz konuş olmamaktadır. Elbette ki, böyle bir durum ne Allah’ın kabul edeceği bir durumdur ne de Hz. Peygamberin döneminde rastlanan bir durumdur.
Zira Hz. Peygamberde bir manipülasyon, şakadan da olsa bir yalan söz ya da insanları kandırmaya yönelik bir gayret asla söz konusu olmamış, tam aksine o ölümüne de olsa doğruyu savunmuş ve o uğurda riskleri göze almıştır. Nitekim o Kureyşlilerin ileri gelenleri amcası Ebu Talib’i, onu davasından vaz geçirmek üzere gönderip sultanlık dahil oldukça cazip tekliflerde bulunması karşılığında gözleri yaşlı bir vaziyette şöyle cevap vermiştir: “Ey amca! Allah’a yemin olsun ki, onlar güneşi sağ yanım ayı da sol yanıma koyacak kadar güçlü olsalar bile, ben ya Allah’ın yardımıyla bu dini yayana kadar ya da bu uğurda ölüp gidene kadar bu davadan asla vazgeçmeyeceğim” Ebu Talip de yeğeninin bu kararlı tutumundan oldukça etkilenmiş ve kalkıp giderken ona şöyle demiştir:
“Şimdi git ve istediğini yap; Allah’a yemin ederim ki, seni hiçbir zaman hiç kimseye teslim etmeyeceğim” (İbn Hişam, es-Sire, 1/266).
Yani Hz. Peygamber isteseydi onları bir şekilde kandırıp tekliflerini kabul eder, sonra da yine bildiğini okurdu. Ama o öyle yapmadı; çünkü o verdiği sözde sadık kalmayı hep görev bildi. “İnsanları aldatan bizden değil, yani Müslüman olamaz” (Müslim, Bir) diyen biri olduğu için de bir başkasını aldatmayı asla aklına bile getirmemiştir. O zaman bize yapmamız gereken bir şey kalıyor, o da Türk ve Müslüman ayarlarımıza yeniden dönmek ve buna göre bir eğitim ve öğretim yöntemini hayata geçirmektir.
Atatürk’ün dediği gibi, “Milli eğitim programı derken, hurafelerden, yabancı fikirlerden, Doğudan ve Batıdan gelebilen bütün etkilerden uzak, tarihi ve milli karakterimize uygun bir kültürü kastediyorum” Doğruya bilgi ile ulaşacağımıza göre toplum olarak ilk başarmamız gereken şeyin bilgiyi önemsemek olduğunu hiç akıldan çıkarmamak gerekir.
Ayrıca eğitimde Malezya 16. İran 48. Suudi Arabistan 106. Türkiye ise 123. sırada yer aldığını da hep göz önünde bulundurmak büyük önem arz eder.