Bazı topraklar yalnızca yer değil, tarihin sessiz anlatıcısıdır. Türkiye’nin Avrupa kıtasındaki parçası olan Trakya… Her karışıyla geçmişe açılan bir kapı. Defalarca el değiştirmiş, sonunda Osmanlı’nın fethiyle vatan olmuş bu topraklarda, bu kez Kırklareli’ne yolculuk var.

İğneada, Kırklareli’nin Karadeniz’e açılan yüzü… 19 Mayıs’tan bir gün önce gelen bir telefon: “İğneada’ya gelir misiniz?” Hiç düşünmeden atladım bu davete. Çünkü ömrümün en güzel iki yılını bu topraklarda geçirdim. Beni çeken yalnızca anılar değildi; bu bölgeyi farklı ve anlamlı kılan, Avrupa'nın kültürel havasını taşıyan kimliğiydi.

Yolculuk huzur doluydu. Bunu sağlayan, ülkemizi ve Avrupa’yı karış karış gezen, gerçek bir “ayaklı kütüphane” olan aile dostumuzdu. Vize ilçesinden ironik bir şekilde “vizesiz” geçerek ulaştık bu coğrafyaya. Yalnızca İğneada’yı değil, çevresini de gezmek istiyorduk. Öyle de yaptık.

Limanköy Feneri’ne gitmek için Istıranca ormanlarının içinden geçen dar ve yer yer bozuk bir yoldan ilerledik. Sağımız solumuz meşe ormanları… Hayatımda ilk kez bu kadar yoğun, bu kadar güzel meşe ağaçlarıyla çevrili bir yolculuk yaptım. Orman içinden akan dereler sayesinde yol boyunca çeşmeler yer alıyordu. Hem hayvanlar su içsin, hem yolcular dinlensin diye uzun yalaklı taş çeşmeler yapılmış. Gözümüz birine takıldı. Gökyüzünü gizleyen ağaçların altında arabayı durdurduk. Çeşmenin yanına, gelen geçen otursun diye taş masa ve oturma yerleri de eklemişler. Ne zarif bir düşünce…

Fakat bu güzelliğin içinde içimi burkan bir şey vardı: yerlere saçılmış çöpler… İnsan bazen utanıyor insanlığından. “Hocam bu konularda çok hassas, toplayalım mı?” dedi. “Bunları toplamak için bize iki gün gerekir,” dedim. İçimiz burkularak yola devam ettik.

Beğendik sırtlarından bakınca, ileride şanlı ay yıldızımız dalgalanıyor. Türkiye ile Bulgaristan’ı ayıran sınır. Rezve Deresi’nin bir yakasında Beğendik, diğer yakasında Rezova köyü… Rezova, “mutlu” demekmiş. Fakat bu derenin balığının iki tarafı da mutlu ettiğini söylemek bugün pek kolay değil.

Bu şehri tanıdıkça, bir gün değil, bir haftanın bile yetmeyeceğini düşündük ve bir gece daha kalmaya karar verdik. Ertesi gün Dupnisa Mağarası’nı görmek üzere yola çıktık. Sarpdere Köyü’ne varmadan önce güzel bir belde gördüm. Meydanın iki yanında kahvehaneler, çınar gölgesinde masalar vardı. Birine oturduk. Hemen ileride “Üsküp” tabelasını görünce, bulunduğumuz yerin adı Üsküp’müş, dedim. Eskiden burada Rumlar yaşarmış. Şimdiki halk, Drama ve Kavala’dan mübadele ile gelmiş. Ayaklı kütüphane dostum, “Burası Yahya Kemal’i hatırlatıyor,” deyince içimde bir sıcaklık hissettim. Gerçi Yahya Kemal bu Üsküp’te doğmadı; onun memleketi Makedonya’daki Üsküp’tü. Ama ismi ve havasıyla burada da yaşatılabilir gibi geldi.

Yan masada oturan, yakasında rozet taşıyan birine selam verip konuya girdim. Eski meclis üyesiymiş, ailesi Drama’dan göç etmiş. Biraz muhabbetten sonra, “Yahya Kemal gibi büyük bir ismin adı burada bir şekilde yaşatılsa, temsili bir köşe, bir tabela yapılsa fena mı olur?” dedim. Ne diyeceğini bilemedi. Telefondan Drama Köprüsü türküsünün aslını dinlerken çaylarımızı yudumladık. Yola revan olurken çaylarımızın ödendiği söylendi. Bizim millete has bir özellik ile bir kere daha yüzleştik.

Dönüşten önce şehri son kez gezelim dedik. Tarihi Arasta Pasajı, cami derken karşımıza “İstasyon Caddesi” tabelası çıktı. Şehrin ortasında, trafiğe kapalı, iki tarafı kafe dolu, tarihi ağaçların gölgelediği geniş bir yürüyüş yolu... Her köşesinde şehrin ruhunu anlatan heykeller... Kırklareli böyle bir yere sahip olduğu için çok şanslı. Sadece bir cadde değil, adeta bir soluklanma alanı. Eğer burayı görmeden gitseydim, bu şehri görmüş saymazdım kendimi.

Akşamın gölgesi yavaşça düşerken Kırklareli’ne veda ettik. Dönüş yolunda yine Vize’den geçerken, belediye binasının önünde kalabalık bir topluluk gördüm. Müzik sesi yükseliyordu. Arabayı kenara çektik. Onuncu Yıl Marşı’nı söyleyen kalabalık gittikçe artıyordu. Yakındaki açık çay bahçesinden izlemeye başladık. Yaşlısı genci, kadını erkeği ellerinde meşalelerle fener alayı yürüyüşüne katıldı. Malum, Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı… Vize halkının atasına olan bağlılığını görmek, marşlara eşlik ederek bu tabloyu izlemek büyük bir gururdu.

Tunceli Valisi Bülent Tekbıyıkoğlu’ndan açılıma karşı onur istifası: PKK’lıların ‘anma’sını kabul etmedi! Tunceli Valisi Bülent Tekbıyıkoğlu’ndan açılıma karşı onur istifası: PKK’lıların ‘anma’sını kabul etmedi!

Ve anladım ki: Kırklareli, Avrupalı kimliğini sadece coğrafyasından değil, insanından alıyor. Anadolu’dan göç almamış, homojen bir toplum… İnsanlarda telaş yok, yüzlerde huzur var. Herkes her şeyi akışına bırakmış gibi… Yaşlısı genci, sokakta yürürken telefona değil, yanındaki insana bakıyor, muhabbet ediyor. Yeşil ormanları, kültürel mirası, sakinliği ile keşfedilmemiş saklı bir cennet köşesi. Temennim, göç almayarak doğallığını koruması.

Bu şehir bana hâlâ bir yerlerde huzurla yaşamanın mümkün olduğunu gösterdi. Ve artık Kırklareli denince aklıma tek bir yer gelecek: İstasyon Caddesi...

Mehmet SÖNMEZ

YAZARIN İLGİ ÇEKEN DİĞER YAZILARI 

- Tokatın tercümesi

- Ülkenin geleceği, yalnızca bir Cumhurbaşkanlığı seçimine feda edilmemelidir!

Editör: Kerim Öztürk