Riggs’e göre ABD’de “demokratik” cumhuriyete ve başkanlık sistemine geçme de devletin yeni meşruiyet temelini oluşturma arayışı etkili olmuştur. Buna göre devletin geleneksel meşruiyet temeli olarak “kralın kutsal hakkı” yerine anayasal demokrasiler için yeni bir temel gerekmiştir. Kral yerine halk tarafından bir başkanın seçilmesi bu yeni temel için uygun bir çözüm olmuştur. (3)

Brezilya, bu durma örnektir. Ülke, Portekiz’den bağımsızlığını aldığında imparator tarafından idare ediliyordu. Askeri bir darbe ile imparatorun devrilmesi ve başkanlık sistemine geçilmesi Brezilya’nın totaliter yapıdan kurtulmasını sağlamaya yetmediği gibi başkanlık adı altında yeni diktatörler üretildi.

Cunta yönetimi sürerken Ernesto GEİSEL, 15 Mart 1974’te bazı subaylar tarafından Başkanlığa getirildi. Ancak, 1977 yılı itibarı ile muhaliflerine baskılar kurmaya başladı. (12)

Ergun Özbudun’un konu hakkındaki görüşü şöyledir: Başkanlık ve yarı-başkanlık sistemi Türkiye için sakıncalıdır. Başkanlık sistemini dünyada başarıyla uygulayan tek ülke ABD’dir. Onu taklit eden Latin Amerika, Afrika ve bazı Doğu Asya ülkelerinde bu sistem, kriz üretmeye çok müsait olduğu için başarılı işlememektedir. Yaşanabilecek sorunlar diktatörlüğe geçiş tehlikesinden değil esas olarak yasama ile yürütme arasındaki kilitlenme olasılığından kaynaklanmaktadır. Latin Amerika’da bu tür krizler askeri darbeleri davet etmiştir. Benzer sorunlar yarı-başkanlık sistemi için de geçerlidir. Bu nedenle yapılması gereken şey mevcut parlamenter rejimi daha demokratik, daha işler kılacak değişikliklerin gerçekleştirilmesidir. (4)

Özbudun’un değindiği çözümsüzlük sorunu Nijerya ve Bolivya gibi ülkelerde büyük sıkıntılara yol açmıştır.

Batı Afrika ülkesi Nijerya, 1960 yılında İngiltere’den bağımsızlığını aldığında beri başkanlık sistemiyle yönetilmesine rağmen 1966’da askeri darbeyle tanıştı. Bu tarihten sonra ülke de darbeler devam ederken, iç savaş patladı. Şimdi ise radikal terör ile mücadele ediyor. (12)

Latin Amerika ülkelerinden Bolivya bu duruma daha kuvvetli bir örnek teşkil etmektedir. Ülke neredeyse hiç huzura kavuşamamış, siyasi hayat devamlı kesintiye uğramıştır. Şimdiye kadar 180 defa askeri darbe yaşayan Bolivya’da ondan fazla anayasa yapılmış ve seksen Cumhurbaşkanı görev yapmıştır. Ülke çeşitli savaşlarla komşuları olan Paraguay, Arjantin, Şili, Peru ve Brezilya’ya topraklarının yarısını kaybetmiş, denize çıkışını ise Şili’ye kaptırmıştır. (12)

Bilindiği gibi Türk demokrasisi belli aralıklarla darbeyle kesintiye uğruyor. Başkanlık sistemini savunanların ileri sürdükleri bir argüman da bu sistemin darbeleri engelleyeceğine yöneliktir.

Ancak kazın ayağı hiçte öyle gözükmüyor. Başkanlığın en yoğun ve uzun zamandır uygulandığı ülkeler özellikle Güney Amerika’da yer alıyorlar. Bu ülkelerde başkanlık sisteminin darbeleri engelleyecek bir sistem olması şöyle dursun, sistemin uygulandığı Latin Amerika ülkelerinde arka arkaya darbeler yaşanmıştır.

Bunun en büyük sebebi ise başkanların ellerine geçirdikleri devleti muhalif veya eleştirel unsurlara tamamen kapatmaları sonucunda çaresiz kalan toplum kesimlerinin tek güdümlü idareden kurtulma taleplerinin darbelerde karşılık bulduğu olarak görünüyor.

Mesut Yılmaz; başkanlık sisteminin güçlü demokratik geleneklerin bulunduğu ülkelerde başarılı olduğunu, demokratik geleneklerin Türkiye’de başkanlık rejimini başarılı kılmaya yetecek ölçüde gelişmediğini savunmuştur. (11)

Mesut Yılmaz’ın haklılığını orta Amerika ülkelerindeki örnekler ortaya koymaktadır.

Orta Amerika ülkesi Guatemala’da eski bir vali olan Jorge UBİCO, 1931 yılında ki seçimi kazanarak Devlet Başkanı seçildi. Ancak olgun bir demokrasi geleneği olmayan ülke de seçimi kazanmasının hemen ertesinde otoriter uygulamalara girişti. Toprak ağalarını korumak için onlara kanuni dokunulmazlıklar sağladı. Güçlü bir polis teşkilatı kurdu. Devlet kadrolarını taraftarlarıyla doldurdu. (12)

Ondan sonra gelen başkanlarda yolsuzluklara bulaştı ve kökten bozuk olan yargı sistemi dolayısıyla adalet bir türlü sağlanamadı.

Ülkemizde hala tek kişi özleminin yaygın olduğu düşünülürse -buna cemaat, tarikat ve siyasi figür de dahildir.-  sivil toplum örgütlenmesinin olmadığı ve bireysel iradenin gelişmediği gerçeğinden hareketle başkanlık ya da yarı başkanlık diktatörlüğün habercisi olur. Nitekim iktidarın son uygulamaları ve kuvvetler ayrılığını kuvvetlerin birliğine dönüştürme çabaları haklılığımızı ortaya koymaktadır.

Erdal Onar sistemlere ilişkin çekincelerine şu şekilde yer vermektedir: “Başkanlık sistemlerindeki sakıncalardan en önde geleni, yasama organı ile yürütme organı arasında ortaya çıkabilecek görüş ayrılıklarında sistemin tıkanmasıdır. Bu tür tıkanıklığı çözecek tek yol, uzlaşmadır. Uzlaşma kültürünün gelişmediği ülkelerde, başkanlık sisteminin sağlıklı bir şeklide işleyebilmesi mümkün değildir.” (6)

Parlamenter sistemde partiler birbirlerini dengeleyebiliyor, bir uzlaşı ortamı oluşabiliyor, ulusal çıkarlarda işbirliği yapılabiliyor. Ancak başkanlık sisteminde parti değil başkan iktidara geliyor. Başkanın dünya görüşü ise devletin dünya görüşü haline gelebiliyor.

Bazı Afrika ülkelerinde başkan seçildikten sonra başkanın mensup olduğu kabile devletin kontrolünü sağladığı gibi diğer kabilelere hayat hakkı tanınmadığını görüyoruz. Bizim gibi demokrasi kültürünün kamil anlamda oluşmadığı ülkelerde başkalık sistemiyle devlet milli devlet olmaktan çıkıp lider devletine dönüşür.

Örneğin Doğu Afrika ülkesi Kenya Cumhuriyeti’nin bağımsızlığa kavuşmasıyla birlikte Jomo KENYATTA, ülkenin başına geçmiş, tüm muhalif oluşumları engellemiş, kendi kabilesi olan Kikuyu kabilesine mensup bireyleri kritik noktalara getirmiştir. Buna rağmen üç dönem devlet başkanı seçilmiştir.

Yerine gelen Daniel Arap MOİ, önceleri hoşgörülü bir yönetim sergilediyse de bir darbe girişiminin ardından devletin tek parti yönetimine kayması gayretlerine başlamış, döneminde muhalefet temsilcilerine karşı faili meçhul cinayetler işlenmiştir.

Ondan sonra Başkan seçilen Mwabi KİBAKİ, meclisi fesh etmiş, seçimlere hile karıştırdığı iddia edilmiştir. (12)

Biz de kabileler yok ama siyasi ve meşrep temelinde ayrışmalar var. Bu ayrışmaların taraflarından birinden başkan seçilince devlette ayrışma taraflarından birinin eline geçmiş, böylece toplumsal barış daha çok örselenmiş olacaktır.

Hâlbuki bizim ihtiyacımız olan ayrışmak değil behemehâl toplumsal barışı sağlamak, toplumsal anlamda bir barış/huzur denklemi kurmak olmalıdır.

AKP hükumetlerinin, iktidarları boyunca kendilerinden olmayan hiçbir düşünce ya da muhalif sese tahammül edememesi bırakın uzlaşmayı siyasal fay ayrılıklarını kırılmalara kadar götürür. Dolayısıyla bu tutum yasama ile yürütme arasında olduğu kadar toplumun geniş kesimlerini de karşısına alarak toplumsal çözülmeye zemin hazırlar.

Bütün bu olumsuzluklar içinde tartışılan başkanlık sistemine bir göz atalım;

Başkanlık sistemi, hem yürütme organının başı hem de devlet başkanı olan başkanın, sabit bir süre için halk tarafından seçildiği ve yasama organının başkanı düşüremediği, başkanın da yasama organını feshedemediği bir sistem olarak tanımlanmaktadır.

Tanımdan anlaşılacağı üzere güçlü yürütmeyi öne çıkaran bir sistem olarak dikkati çekiyor. Birincisi başkanın güçlü demokratik meşruiyet iddiası, ikincisi görev süresinin sabit olmasıdır. Bu özelliği ile başkanlık sistemi parlamenter sisteme tercih ediliyor.

Peki, bu sistem neyi öngörüyor? Başkanlık sisteminde yürütmenin güçlü ve istikrarlı olması, hükûmet krizlerinin olmaması, bakanların icraatlarının denetime açık bulunması, federalizm ve eyalet sisteminin bulunması, eyaletlerde vali ve eyalet meclislerini eyalet halkının seçmesi, başkanın bunda hiçbir rolünün bulunamaması, başkanın partisine hükmedememesi, senatörlerin seçmenlerine karşı sorumlu olması ve yüksek mahkeme tarafından sistemin frenlenmesi gibi kurallar manzumesinden oluşuyor. 

Bizde ise, başkanlık sisteminin bu nevi olumlu yönlerinin değil, olumsuz yönlerinin önceleneceği anlaşılıyor. Çünkü parlamenter sistem içinde bakanlarını hatta belediye başkanlarını yargıdan kaçıran, her detaya müdahale eden, başbakanı ve parti liderini kolayca değiştiren ve mahkemelerin devletin başındaki malüm kişinin ağzının içine bakmasının sağlandığı bir anlayışın başkanlık sistemindeki bu olumlu garantileri teklif etmeyeceğini zaten biliyoruz.

Diğer yandan millet iradesiyle seçilen yasamanın da yürütme kadar etkili güç olması sistemin tıkanıklığına da sebep olabilmektedir.  Özellikle parti sayısının çok olduğu veya ideolojik ayrımların derin olduğu başkanlık sistemlerinde bu iki gücün izlenecek politikalar üzerinde çatışma içine girmesi ihtimali güçlenmektedir. Bu çatışma, sistemin kilitlenmesine ve tıkanmasına yol açabilir. Her iki organın birbirinden bağımsız olması ve birbirinin hayatiyeti üzerinde herhangi bir yetkiye sahip olmaması uzlaşmayı çok zorlaştırabilir. Bu tür ihtimallerde ikisi de halk tarafından seçilen organlar demokratik meşruiyet iddiasında bulunabilirler. Bu tür durumlar da, ordunun arabulucu (!) olarak ortaya çıkması ve tabir caizse ihtilal yapmasına da sebep olabilir. Güney Amerika ülkelerinde olduğu gibi…

Bu duruma Güney Amerika ülkesi Surinam ve Şili güzel birer örnek teşkil etmektedirler.

1975 yılında Hollanda’dan bağımsızlığını kazanan Surinam halk tarafından seçilmiş meclis tarafından seçilen Devlet Başkanı ile yönetilen bir sisteme sahiptir.

Meclisin denetici bir ara kurum olarak varlığına rağmen Desi BAUTERSE tekrar tekrar ülkeyi yönetmiş, ülkede darbeler ve karşı darbeler hatta iç savaş çıkmıştır. (12)

Şili’de ise PİNOCHET’in Allende’nin ölümüne yol açan darbesinden sonra tam bir trajedi yaşanmıştır.

Ülke, bu seferde diktatör Pinochet’in antidemokratik uygulamaları ile karşılaşmış, Pinochet Ülkeyi demir yumrukla yönetmiş, kendisini başkan seçtiren düzenlemeler yapmıştır. Allende taraftarlarına yönelik toplama kampları kurmuş, işkenceler ve faili meçhullerle anılmıştır. Tepkiler üzerine iktidarı bırakmak zorunda kaldığı zaman bile Genelkurmay Başkanlığına devam edeceği ve daimi senatör olacağı bir düzenleme yapmaktan çekinmemiştir. Öldüğünde cenazesine ordu bile sahip çıkmadığı gibi devlet töreni de yapılmamış, ailesi saldırı olma korkusuyla mezar yaptırmayıp, cesedini yaktırmıştır. (12)

Yine sıfır toplamlı oyun: Yürütme gücü üzerinde yaşanan başkanlık yarışı kazanan adaya yürütme gücünün tamamını sunarken, kaybeden adayın yönetim sürecindeki etkinliğini sıfırlar. Ya hep ya hiç oyunu söz konusudur. Kazanan aday bir sonraki seçime kadar yürütme gücünü tek başına kontrol edecektir. Kaybeden aday için parlamenter sistemlerde olduğu gibi garanti edilmiş muhalefet sıraları da mevcut değildir.

Başkanlık sistemi dar bölgeli seçim sistemiyle tıpkı ABD’de olduğu gibi iki partili temsili öngörülmektedir. Bireylerin kendilerine daha yakın hissettikleri partiler ya da adayları değil “kötünün iyisi “ diyebileceğimiz bir tercih ile karşı karşıya bırakmaktadır. Parlamenter sistemimizde %10 barajını antidemokratik görülürken, yaklaşık seçmenin %30’unu sistem dışında bırakan başkanlık sistemine geçilmiş olacaktır.

Üniter devlet anlayışından eyaletlere ve ileride federal yapıya da kapının aralanacağı bir sitemi öngörmektedir. Eyaletlerin iç işlerinde özgür olması, merkezi yapının gevşek bir bağla toplumu yönetmesi bizim coğrafyamızda parçalanmanın da yolunu açmış olur. Zaten küresel güçlerin de ideali 10 milyonu geçmeyen küçük devletçiklerin olmasıdır. Güneydoğuda devlet egemenliğini kurmada zorlanılmasına rağmen, oradaki yerel yönetimleri PKK terör örgütünün finansal ve lojistik kaynağına dönüştüren belediyeler yasasından daha radikal böylesi yasalar bölünmenin alt yapısını da hazırlamış olur.

Şimdilerde Türkiye’ye özgü bir başkanlık sistemi konuşuluyor. Üniter yapıdan taviz vermeden tek meclisli iki turlu seçim sisteminden bahsediliyor. Burada da aynı sıkıntılar söz konusudur. Tek kişinin yürütmeyi ele geçirmesi keyfi uygulamalarının karşısında yasama yetkisiz ve etkisiz kalarak ülkenin felakete sürüklenmesine sebebiyet verebilir. Kendisini eleştirenleri ekarte etmeyi, düşman görmeyi alışkanlığa dönüştüren bir zihniyetin yürütme gücünü elinde bulundurması elinde taşıdığı dinamit lokumunun etkisini bilmeden oynayan çocuğun durumuna benzer.

Dünyada başkanlık sistemi ile yönetilen ülkelerde az veya çok oranda yerel yönetimlerin kuvvetlendirildiğini, bununda üniter yapıya zarar verdiğini gözlemleyebiliyoruz. Bazı ülkelerin beşeri coğrafi özellikleri o ülkelerin üniter devlet olmadan da yaşamlarını sürdürebileceğini, ancak bazı ülkelerin beşeri coğrafi özellikleri eyalet sistemine geçilmesiyle birlikte o ülkelerin çözülmesine yol açtığını görüyoruz.

ABD’de değişik etnik unsurlar yaşamakta, hatta bazı etnik unsurlar bazı eyaletlerde fazla oranda yaşamaktadırlar. Ancak, bu unsurlar ülke genelinde musavi bir dağılım gösterdiğinden dolayı örneğin,  İspanyolca konuşanların kahir ekseriyete sahip oldukları bir eyalet bulunmamaktadır.

Oysa ülkemizde bu konuda istismara açık bir coğrafi bölge bulunuyor. Elde edilen belediyelerin dahi teröre ve ayrılıkçılığa yol açan uygulamaları ortadayken seçimle gelen vali veya yerel parlamento oluşumu durumunda ayrılıkçı unsurların ellerinin kuvvetleneceği aşikardır.

Bu tehdidin çok dillendirilmesi ve toplumun büyük çoğunluğu tarafından tehdit olarak algılanmasından dolayı, önümüze gelecek Başkanlık teklifinin üniter yapıyı koruyucu bir özelliğe sahip olacağı düşünülüyor.

Ancak, başkanlık sistemi ile yönetilen ülkelerin karşılaştıkları fırtınalar bu ülkelerin bir süre sonra federatif bir yapıya geçmek zorunda kaldıklarını ve ülkenin bölünmesine yol açılmış olduğunu unutmayalım.

Doğu Afrika ülkesi Sudan’da da üniter devlet vardı, ama bugün dünya haritasında Sudan ve Güney Sudan olmak üzere iki tane Sudan var.

Sudan’da Başkanlık sistemi uygulanmasına rağmen darbeyle yönetim değişirken, büyük kargaşalar yaşandı. Darbeyle iktidara gelen Ömer el-BEŞİR, tam bir dikta kurdu. Buna rağmen iki defa iç savaş ve Çad ile savaş yaşayan ülkede bölücülerde başarılı olarak, Güney Sudan adıyla ayrı bir ülke kurdular. (12)