Devlet mekanizmasını oluşturan bürokrasi başkanlık sistemiyle yürütme erkinin militanlarının dolduğu yandaş bürokrasiye dönüşür. Böylesi bir bürokrasi felaket çanlarının da habercisi olur. Feto terör örgütünün yaptığı da böyle bir çalışma değil miydi? Aklın, bilimin ve eleştirel düşüncenin yerini dogmaların, inanış ritüellerinin aldığı bir yapıya başkanlık sistemini getirip, teslim etmek vatanımızı Ortadoğu cehennemine sokmaktır.

Güney Amerika ülkesi Arjantin’de Juan Domingo PERON 1946 yılının şubat ayında polis ve silahlı çetelerin baskısıyla % 56 oy alarak Cumhurbaşkanı seçildi. Ancak, medyayı kendi yörüngesine oturtup, anayasal özgürlükleri kısıtlamakla kalmadı, daha fazla yetki kullanmak için anayasayı değiştirdi. Devletin bütün kurumlarında kadrolaşırken, özel sektöre bile kendi elemanlarını yerleştirdi. O kadar kadrolaştı ki, askerler tarafından devrilmesine rağmen devleti yönetmek için peronist kadrolara ihtiyaç duyduğundan yeniden ülkeye dönmesi ve seçimlere girip tekrar devleti yönetmesi engellenemedi. (12)

Bir parti ya da grubun uzun süre iktidarda kalması başka unsurların devletten hatta özel sektörden bile dışlanarak atıl vaziyete düşmesine sebep olacağı için iktidar değişimi açısından başka bir sorun da yaşanmaktadır. İktidar değişmiş, ancak devleti yöneten kadrolar için başkalarına yol kapatıldığından dolayı tecrübeli kadro bulmak sorun haline gelmiştir.

Arjantin bu durumun tipik bir örneği olarak karşımıza çıkmaktadır. Devlet uzun süre peronistlerin elinde olduğu için uzmanlaşmış kadrolar mecburen yine peronistlere devredilmiştir.

Bu tür ülkelerde iktidarlar değişse bile belli zihniyetler yorgan altından iktidarlarını devam ettirebilmektedirler.

Juan Domingo Peron’un dul eşi İsabel PERON’un Cumhurbaşkanlığı sırasında Genelkurmay Başkanlığına atanan Jorge Rafael VİDELA askeri bir darbeyle yönetimi devraldıktan sonra sendikaları ve partileri kapattı, binlerce kişinin ölümü, hapse atılması ve yolsuzluktan suçlanmaktaydı. Yönetimi devretmek zorunda kaldıktan sonra yargılandı ve ev hapsi cezasına uğratıldı.

Başkanlık sisteminin fazla olan yetkileri bile bazen Başkanları kesmiyor. Bunun bir örneği de yakın zamanda Bolivya’da yaşandı. Bolivya’da ancak iki dönem üst üste başkan seçilebiliyordu. Devlet Başkanı Sosyalist Eva MORALES’in de süresi dolacaktı. Yapılan bir değişiklikle önce görev süresi üç döneme çıkarıldı ve üçüncü dönemde başkan seçildi. Bununla yetinmeyen MORALES bu sefer ard arda Başkan seçilme hakkını dörde çıkarmak için referanduma gitti. Ancak % 56 gibi bir hayır oyu ile amacına ulaşamadı. (12)

Türk devletinin varlığını, Türk milletinin egemenliğini bir türlü içine sindirememiş ve demokrasiyi hedefe ulaşmak için bir araç olarak görenlerin yürütmenin başına geçmesiyle rejim değişikliğinden tutun ülkenin başka bloklara kaymasına kadar giden bir süreç başlayabilir.

Başkanlık sistemi ile başat güç olan Türk milleti, etnisiteler olarak kabul edilen küçük grupların seviyesine indirgenerek Türk milletinin, vatanı ve devleti hem kavramsal olarak hem fiili olarak tarihe gömülme tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir.

Diğer yandan bütün dünyada, özellikle doğu ülkelerinde siyasette “lider” miti vardır. Örneğin AP, DYP, ANAP ve AKP gibi partiler lider partileridir. Lider ömrünü tamamladığında bu partilerde siyasi tarihe geçerler. Ancak CHP, MHP ve SP gibi partiler fikir partileridir. Liderler değişse bile bu partilerin tabanlarının sadece oy oranları değişir, kurumsal kimlikleri ve toplumda ki karşılıkları devam eder.

Gündemimize gelecek olan başkalık sisteminin özellikle AKP açısından ısrarla istenmesinin bir başka sebebi de kendi kurumsal kimlikleri açısındandır.

AKP’nin liderliğinin siyasi ömrü tamamlandığında AKP’nin kadrolarının devleti yönetmeye devam edebilmesi için iki partili bir sistem istedikleri görünüyor.

İkinci bir milliyetçi muhafazakâr partinin yaşama şansı azalacağı için seçmen çaresiz bırakılacak ve AKP’nin teklif ettiği başkan adayı solun teklif edeceği başkan adayına karşı mütemadiyen üstün olacaktır.

Böylece RTE kendisinden sonra bile iktidarı taraftarlarının tekeline bırakmış olacak, ülke ebediyen bir partinin yönettiği ülke haline gelecektir.

Böyle bir ülkenin sağlıklı bir ülke olarak kalması mümkün olabilir mi?

Bugün iktidarın dillendirdiği “Türkiye halkı, Türkiye toplumu, Türkiye bayrağı” gibi kavramlar rastgele ifade edilmiş kavramlar değil aksine Türk milletinin başat gücü ve egemenliğine son vermenin ilk adımlarıdır. Neden bu birleştirici kavramlara savaş açıldığı sorusunun cevabı başkanlık sistemine geçiş ısrarında saklı olduğu düşünülebilir. Önce birleştirici bağları ortadan kaldırmak sonra tek kişinin etrafında kitleleri toplamak gibi üçüncü dünya ülkelerinin ilkel yöntemini uygulamak amaçlanmış olabilir.

Yürütmeye yönelik eleştirilerin kısıtlandığı bir yapıda demokrasiden ve özgürlüklerden de bahsedilemez. Sayın Cumhurbaşkanının Sayın Bahçelinin grup toplantısını Habertürk’te canlı veren Fatih SARAC’ı azarlayıp yayınını hemen kesmesini istemesi başkanlık sistemini neden çok arzuladığına dair güzel (!) bir örnektir. Evet, hukuk fecaatinin yaşandığı bu süreçte tek kişi yönetimine ülkeyi teslim etmek daha büyük travmalara sebep olur.

Bilgi çağında yasama-yürütme-yargıyı takip eden 4. erkin medya gücü olduğu bilinen bir gerçektir. Parlamenter sistemde dahi medyanın hükümete göbek bağı ile bağlı olduğu, tek sesin duyulduğu bir ülkede bir de başkanlık sistemiyle o tek sesin daha kalın harflerle duyulacağı muhakkaktır.

Zaten sistemi uygulayan ülkelerde ki en büyük sıkıntı da basının başkan tarafından kontrol altına alınmış olmasının rahatsızlığıdır.

Basın-yayın organlarının tekelleşmesi ve iktidarın sesi durumuna gelmesi, mevcut başkan ve başkanın siyasi hareketinin elinde muazzam bir koza dönüşüyor. Halkın bilinç ve bilinçaltına tek taraflı bilgi işlenince sandıkta da bu istikamette sonuç almak kolaylaşıyor. Böylece bu ülkelerde iktidar ve egemenlerin değişimi hemen hemen imkânsız hale geliyor. Hem de demokrasi kılıfı giydirilerek…

Artık, haksızlıklara karşı direnç gösterme imkânı kalmadığı gibi toplum mevcut iktidar tarafından tek taraflı düşünmek için programlanabiliyor, iktidar çok kolay algı yönetimi yaparak kendi istediği sonuçları halka onaylatabilme imkânına kavuşulmuş oluyor.

Halbuki, basın-yayının iktidarın mutlak denetiminde olduğu hallerde halkın reyi iktidarın isteği doğrultusunda yönlendirileceği için orada demokrasi değil olsa olsa “demokrasi görüntüsü”nden bahsedilebilir.

Paraguay Devlet Başkanı AlfredoSTROESSNER’in ülkede kurduğu baskı düzeni muhalefetin yaşamasına da şans vermiyordu.

Paraguay insan hakları ihlalleri, baskı, zulüm, işkence ve kıtallerin yaşandığı, ülkenin Nazilerin bile sığınağı haline geldiği bir dönemi Alfredo Stroessner adıyla yaşadı. 1954’te seçilerek iş başına gelen Stroessner, yedi kez seçim kazandı.

Bir nevi polis devleti kuran Stroessner döneminde yolsuzluk diz boyuna çıkarken, basın ise tamamen kontrol altındaydı. Kızılderililere karşı baskı uygulandı. BM tarafından kölelik uygulamalarına izin vermek ve soykırım yapmakla suçlandı. (12)

Bazı ülkelerde ise Başkanlık sistemi herhangi bir baskı oluşturmadan, kendiliğinden mevcut devlet başkanı lehine olağanüstü sonuçlar çıkarmaktadır.

Türk Cumhuriyetlerinden Kazakistan’da Nur Otan Partisi’nin oyların % 80’ini alabilmiş olması Başkanlık sisteminin tek adam yönetimine nasıl meydanı boş bıraktığının en çarpıcı örneklerindendir. (12)

Başkanlık sistemi, toplumsal barışın zirve yaptığı, ideolojik cepheleşmelerin olmadığı, insanların ortak payda da hemfikir olduğu, demokrasiyi içselleştirdiği, sivil toplum örgütlerinin çok güçlü olduğu ve bireysel düşünüşün geliştiği toplumlarda ancak başarıyı sağlayabilir. Öylesi toplumlarda parlamenter sistemdeki temsili hakkaniyet dururken neden başkanlık sistemini seçsinler? Oysa bu sayılan unsurların hiçbiri ülkemizin sosyal dokusuyla uyuşmuyor.

Ülkelerin eğitim ve gelişmişlik düzeyleri, mal ve hizmetlerin paylaşım imkânları, gelir dağılımının dengesi açılarından değerlendirdiğimizde de örnekler içerisinde ABD ve Güney Kore’den başka olumlu bir örnekle karşılaşamıyoruz. Bu sistemi genellikle geri kalmış veya gelişmekte olan ülkelerin, sosyal tabakalar arasında denge kuramamış ülkelerin tercih ettiğini görüyoruz.

Her ülke aynı fiziki imkânlara sahip olmadığından aynı gelir düzeyine de sahip olmaları beklenemez. Ancak vatandaşlarına zenginliği imkânlar nispetinde eşit dağıtması beklenir.

Kolombiya ise bizim geçirmekte olduğumuz bir süreci geçirdi. Özellikle Katolik mezhebi üzerine muhafazakâr ve dini argümanlar kullanan, bu arada hitabet yeteneğini çok değerlendiren Laureano Eleuterio Gomez CATSRO, rakiplerine insafsızca saldırıyordu. Araya giren askeri rejimden sonra 1950 yılında yapılan seçimi kazanarak Başkan seçildi. Ancak seçildikten sonra olağanüstü hal uygulamasıyla baskıcı bir tutum sergilemekten geri durmadı. Cumhurbaşkanlığının süresini uzattı ve kongre de oturum sayılarını azalttı, yargının gücünü sınırlandırma yoluna gitti. Katolik kilisesine ayrıcalıklar tanıdı, Katolik öğretiyi eğitimde aktif olarak uyguladı. Erkeklerin lehine ayrımcı politikalar takip etti.

Bu tür bir insana veya ideolojiye olağanüstü öykünme içeren uygulamaların ters teptiği toplumun tamamında olmasa bile hatırı sayılır bir bölümünde antipati uyandırdığı söylenebilir. Zaten bu yöntemlerin ters tepmesi sonucu Kolombiya’da yarım asır süren Marksist bir terör hareketi oluştu. Kolombiya hala o dönemin sancısını çekiyor. (12)