Bu konudaki zan ve algı iki taraftan da gelmektedir. Dindar olanların da bir kısmı bu kanaate sahip olmuşlardır, dine karşı olanların bir kısmı da bu kanaati esas almaktadırlar. O halde kültür ve dini masaya yatırmak, müzakere etmek faydalı olacaktır kanaatindeyiz.
Kültür ve Dinin önce ne olduklarını söyleyelim, sonra aralarındaki ilişkiyi tesbit edelim. Yani önce fotoğraf çekelim. Daha sonra da ilişkiyi ve olması gerekeni söyleyebiliriz. Müzakereyi böyle yapabiliriz.
Kültürlü insan, bilgili insan anlamına geliyor. Ama sözünü edeceğimiz kültür bu değildir. Daha doğrusu bunu içine alsa da bundan ibaret değildir. Antropolojik ve sosyolojik kavram olarak KÜLTÜR (hars-ekin), bir sosyal grubun, bir toplumun yaşama tarzıdır. Alışkanlıkları, davranış kalıpları, bilgileri, değerleri, ahlaki normları, adet ve gelenekleridir. İfade ve davranış tarzlarının fertte ve toplumda birikmiş, anlam ve alışkanlık kazanılmış, öğrenilmiş, nesilden nesile aktarılmış ilişkiler bütünüdür. Bu toplum millet ise, o kültüre “Millî Kültür” deriz. Aşiret ise aşiret kültürü, v.s. denir.
Birileri elle yemek yiyorsa, birileri çöple veya çatal-kaşıkla yiyorsa, biri Çince, biri Türkçe ve Fransızca konuşuyorsa, kültürlerinin sonucudur. Bu arada kültürler arası etkileşimler, kültür karmaşaları da işin içindedir, ama oraya girmeyeceğiz. Uzun hikâyedir. Din ile ilişkide odaklanacağız.
Kültür, tarlaya serpilmiş ve yeşermiş bitki örtüsü gibidir. Yani kültürde üretim kavramı saklıdır Onun için ona ekin (hars) de diyoruz. Fakat kültür kelimesi, anlaşılan, ortak bir kelime olmuştur. Kelime fetişizmi yapıp değiştirmeye gerek yoktur.
Bu kavram Kur’an’da da geçer. Din ile ilişkisindeki ‘bam teli’ oradadır. Ve-iżâ tevellâ se’â fi-l-ardi liyufside fîhâ veyuhlike-lharse ve-nnesle vallâhu lâ yuhibbu-lfesâde (Bakara-205). “O (Bir önceki Bakara 204) iş başına geçti mi, yeryüzünü fesada vermek, ekini (kültürü) tahrip edip nesilleri bozmak için çalışır. Allah bozgunculuğu (fesadı) sevmez.” (Bakara-205). Bu ayet din ve kültür ilişkisinde bilgi hazinesinin ipuçlarını içerir. Anlatacağımız şeyler burada mündemiçtir. Bazıları, ekinleri yok edip, insanları fesada verip (hatta soykırım yapıp) zarar vermek olarak, ayeti anlamış, buna göre meal vermişlerdir. Öyle değildir. Kültürden ve nesillerden bahsediyor (harsen ve’nneslen) Kültürleri tahrip etmeden nesilleri bozamazsınız. Ekin (kültür) deniyor. Tarlayı yok etmekle, bozmakla nesillerin ilgisi yoktur. Ya da çok uzak bir ilgi bulunur. Kastedilen din de değildir. Öyle olsa Allah, hars demez, din derdi. Bir önceki ayet zaten bizi kültür anlamına götürüyor. “İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri senin hoşuna gider. Böylesi, kalbinde olanı (Allahı, samimi olduğunu göstermek için) şahit tutar. Halbuki o, düşmanların en yamanıdır” (Bakara-204). Allah ile aldatıp fesatçı olanlardan sözediliyor. Bu insanların tarlaları ateşe vermelerine, insanları öldürmelerine, dine açıkça karşı çıkmalarına ihtiyaçları yoktur. Bunlar kültürü ve nesli bozan fesatçılardır.
Antropoloji ve sosyolojinin kültür tanımına dönelim. “Sembollerle anlatılan, model olan, öğrenilen, ortak anlamaya, ortak bir şekle, ortak davranışa tabi olan, nesilden nesile geçen, ferdî ve toplumsal bir kimlik kazandıran herşey kültürdür. Kültür, tabiata eklenmiş bizim ikinci tabiatımızdır. Yeryüzünde var olduktan sonra, bize verilmiş özellik ve kabiliyetlerle onu biz ürettik, geliştirdik. Kültür, içinde yüzmek için insan zihninin ürettiği bir deniz gibidir. Konuşma, anlaşma, anlama, üretim, tüketim, nesli devam ettirme, hizmet dağılımı, eğitim-öğretim, doğanlara ve ölenlere ne yapılacağı, estetik ihtiyaçlar, daha pek çok şey, kültürle ilgilidir, kültürel yönelişlerdir. Kültürün oluşumunda üç ayak önemlidir ve hiçbiri gözardı edilemez: 1. Biyolojik ve psikolojik yapımız. Eğer beden yapımız çok kıllı (hayvanlar gibi), deri altı yağ tabakası fazla olsaydı, ayrıca utanma duygusu gibi bir psikolojiye sahip olmasaydık, giyinme ve onun kültürü oluşmazdı. 2. Doğal ve sosyal çevre. 3. Tarihi süreç. Sosyal çevre, yani yalnız yaşayan bir varlık olmayışımız, hemcinslerimizle çevrili olmamız, kültürü mecburî kılmıştır. Bir insan hem tabiat çevresine, hem sosyal çevreye muhtaçtır. Yoksa ne yaşayabilir, ne de kendi türümüzün özelliklerini gösterebilirdik. Potansiyelleri taşısak bile, doğarken birşey bilmeden doğarız. “Allah sizi, analarınızın karnından, hiçbir şey bilmezken çıkardı” (Nahl-78). Sahip kılındığımız potansiyel özelliklerle sonradan pek çok şey kazanırız. Bunlar için sosyal çevreye muhtacız. Hayata başlayan ilk insanlar için macera farklıdır. Uzun hikâyedir. Tabiatla ilişkiler, zeki, akıllı bir varlık için ayrı bir üretim başlangıcı, ayrı bir konudur. Sosyal ortam oluşmuş bir durumda, eğer bu ortamdan uzak kalırsak, ilk duruma tekrar düşeriz, her şeye yeniden başlarız. Sosyal ortam olmazsa, potansiyellerimiz dumura uğrar, ilk duruma benzer halde kalırız. Hayvanlar arasında büyümüş, dünyada 52 çocuk örneği, tesbit edilmiş ve bilimin konusu olmuşlardır.
Özetlersek kültür, bir toplumun sahip olduğu maddî ve manevî değerlerden ve pratiklerden teşekkül eden bir bütündür ki, her çeşit bilgiyi, alışkanlıkları, değer yargı ve ölçülerini içine alır. Bunlar o toplum mensuplarında müşterek olur ve diğer toplumlardan ayırdedici özellikler taşır. İnsan marifetiyle olmayan herşeye tabiat, insan marifetiyle olan herşeye de kültür diyoruz.
Gelelim DİN’E:
Din, özel bir alandır. Kültürden de, ahlaktan da, hukuktan da daha özel bir alan, özel bir yoldur. Dinin en genel anlamı da zaten “yol”dur. Dosdoğru yol, sırat-ı müstakîm. Kavramın daha pek çok anlamı vardır elbette. Bağlılık (religare), hüküm, hesap, mükâfat, adet, ma‘siyet v.b.
Din deyince önce aklımıza “hangi din?” gelir. Hangi din olursa olsun, en genel anlam, tabiatla ve toplumla insan arasında akıl ve tecrübe ile kurulan köprüdür ve köprünün de ötesine geçmek isteyen (aşkın-transandanbal) bir yoldur. Bu dünyada, yani sosyal hayatta, bir kurum haline gelmiştir. Köprü sadece ihtiyacı ifade eder. Köprüyü nasıl geçeceğimiz ise mahiyeti-niteliği anlatmış olur. Şunu demek istiyoruz. Her dinde bu manzara vardır ama, artık tevhid dini denilen özel yolu kastediyoruz.
Din tasnifinde ilkel dinler-millî dinler-evrensel dinler diye bir ayırım bulunur. Sonra kültür dinleri vahiy dini (tevhid dini) diye ayırırız. Kültür dinleri, kültürün, yani insanın ürettiği dinlerdir ve kültürün bir çeşidi olarak kültürün kendisidirler. Vahiy dini, yukarıdan bir aracı ile gelir, kültürümüze girer, ama kültürün kendisi olmaz, kültüre kendisini de yükler, onu yönetir, yön verir. Meselâ, puta suad adiyle şiir yazan şair. Hassan b. Sabit’e aynı arapçayla, benzer dizelerle Hz. Peygamberi öven şiir yazdırtır. Türk’e “uzun ince bir yoldayım...” dedirtir, “Ben müftüye danıştım, “sen benim olacaksın”; “Uyan uyan sabah oldu, namazını kıl Fadimem” dedirtir. O kültürdeki mevcut öz ve şekil, değişik formlarla, kalıp ve modellerle ifade edilir. Muhayyile gücünü ve hedefi genişletir. Bunları her toplum için yapar. Çünkü İslam gibi evrensel bir din, yalnız arab’ın malı değildir ve yalnız arab’a hitap etmez. Bütün insanlara hitap eder.
Kültür dinlerini ise, kültürden ayırdedemeyiz. Mitler, mitolojiler, insan tarafından, diğer kültür unsurları gibi üretilmiştir. Yahut tevhid dini zamanla bozulmuş, kültür dini haline gelmiştir.
Vahiy dini (tevhid dini), ilahi bir mesajdır. Mesaj geneldir ama, insana ait olan kısmı dindir. Mesajı maddede, kanunlar (sebeplilik, determinizm, dinamizm v.b. ilkeleri) şeklinde görülür. Bitkide canlılık, üreme, meyve verme v.b. şeklinde, hayvanda içgüdü düzeni, zeka kıpırdamaları, refleks şeklinde görülür. “Rabbin bal arısına şöyle vahyetti...” (Nahl-68) derken bu mesaj kastedilmektedir. İnsana genel olarak ilham, seçilmiş temsilcilerine Kelam (söz) olarak vahiy, bir mesajdır. Kendi ifadesiyle öğüttür. Akıl, mesajı almakta ve anlamaktadır. İnsan “gaye varlık” olmuş ve muhatap alınmıştır. Artık rol ve statü sahibi ve sorumludur.
Kültür dinleri ile dinin genel ilişkisini anlattık. Şimdi önemli olan, evrenselliği ve peygamberi bulunan vahiy dininin kültürle ve kültürlerle ilgisini anlamaktır. Bu konu için şu bilgiyle başlamalıdır: Vahiy dininin başladığı ilk gruba, sosyal laboratuar diyoruz.
Hz. İsa’nın yanındaki havariler, onunla beraber olarak yakınında yaşayanlar, ilk sosyal laboratuardır. Hz. Peygamberin yanında, onunla beraber olan ilk müslümanlar da böyledir ve bunların tamamına yakını Arap’tır. Tebliğ eden peygamber aralarındadır. İlk örnekler oradadır. Soru-cevaplar oradadır. İlk hükümler, bilgiler oradadır. Temel bilgi ve davranış örnekleri, onaylanmış veya onaylanmamış olanları oradadır. Sonraki gelişmeler, yayılmalar, oradaki örnekler kaybedilmeden olacaktır, olmalıdır. Üstelik o sırada tebliğ edilir edilmez yazılmış Kitap, onlardan aktarılmıştır. Vahyin son bulması da, sosyal laboratuar olarak da sondur. Esas olan, gelen vahyin kendisi, ilke ve hedefleri, elçinin söz ve davranışlarıdır. İlk grubu teşkil edenlerin, kavmî kimliği ve kültürü esas değildir. O ilk taşıyıcı ve vasıtadır. Aynı şey bir başka kültürde ve grupta, bir başka kavimde olabilir ve olmuştur da. Bunu dünyayı tanıyarak biliyoruz, Kur’an’dan da öğreniyoruz. Ancak son olarak gelen bu vahiy külliyatı, artık tam anlamıyla evrenseldir ve evrensel olan da anlamıdır ve istekleridir. Ey insanlar, ey inananlar, ey inanmayanlar, ey erkek ve kadınlar diye hitabedilmiştir. İkaz ve uyarılar, ağır tenkitler ilk onlara ve onlar vasıtasıyla da diğer insanlara ve inanacak olanlara yapılmıştır. Araplara ilahî ve peygamberî ne tenkitler vardır. Aynı şey Musa zamanında, İsa zamanında olmuştur. İlahi öğüt verilirken, önemli hatalar üzerinde durulmuştur. Demek ki vahyin geldiği toplumun ve kültürünün hiçbir ayrıcalığı, kutsallığı yoktur. Seçilen peygamber o dili bildiği için oranın dilinde gelmiştir. Hatta şunu biliyoruz ki, vahyin geldiği bazı toplumlar, peygambere yaptıkları başta olmak üzere, yaptıkları vahim sapkınlıklar yüzünden helak olmuşlardır. Nuh, Lut, salih kavimleri böyle olmuştur. Peygamber aralarında diye kavmin kutsallığı nerede kalmıştır.
Yahudiler, Hz. Musa’ya neler çektirdiler. Onları Mısır (Firavun) zulmünden kurtaran Hz. Musa’ya, yolda, altından yaptıkları Buzagıya taparak isyan ettiler. Dine kavimciliği soktular. Uydurdukları Tevrat’ta, kendilerini kutsal kavim ilan ettiler. “Kan ve leş yemeyesin. Fakat onu bir garibe verebilir, bir yabancıya satabilirsin. Çünkü sen Rabbe mukaddes bir kavimsin” (Tesniye, 14/21). Yine Ya‘kub peygamberi, Allahla güreştirmişler, Allah’ı yendirtmişler, O’ndan söz (va‘d) almış olduklarını iddia etmişlerdir. Bunları Tevrat’a koydular.
Hz. İsa’ya neler ettiler. Sonunda onu idam için çarmıha gerilmeye götürdüler. Hz. Peygamber müşrik araplardan neler çekti. Kaç defa Hz. Peygamber’i öldürme teşebbüsleri oldu. Savaşlar yapıldı. İki taraf da araptı. Demek ki din-kültür ilişkisinde kavim ve onun kültürü esas değil, dinin kendisi esastır. Geldiği kavmin hiçbir ayıracılığı ve kutsallığı yoktur. Dini anlamayan veya onu istismar edenler, din ile kültürü özdeşleştirmişlerdir. İslam arap kültürü değildir. Arap kültürünün de, diğerlerinin de aykırı taraflarını terbiye eden bir sistemdir. Bu durum elbette kavmin reddine veya kavim düşmanlığına sebep teşkil etmez. İslam, arap kültürü demek değildir diye bazı yanlışlıklara yol açılmıştır diye, arap düşmanlığı da yapılmamalıdır. İslam, kavimlere düşmanlığı da reddetmiştir. “Size savaş açanlara siz de savaş açın. Fakat aşırılığa sapmayın...” (Bakara-190) ilke budur. “Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevketmesin” (Mâide-8) bir ilkedir. Bunlar yapılıyor mu ki, bu konuya girdik? Yapılmaktadır. Dine inanmayanlar bir yanlış algıyı kullanmak istemektedirler. İslamı arap kültürü diye algılamak ve dayatmak yanlıştır ama, bunun çözümü dini reddetmek değil, doğrusuna yönelmektir. Sonuçta bu bir inanma meselesidir.
Kültür ile din ilişkisinde, o kültür evrensel din ile özdeşleşmeden uyumlaşmışsa, sorun yoktur. Kültür, dine hakim olmaya, onu yönetmeye kalkmışsa, işler bozulur. Meselâ, cariye ve kölelik adetinizi, din bunları kaldırmaya başlamışken devam ettirmeye kalkarsanız, dine dayatmaya devam edersiniz (Araplar), şaman adetlerini yeni dine sokmaya kalkarsanız (Türkler), okunmuş ekmek dilimlerini ve şarabı, kilisenin girişine koyup onları tadarak ibadete başlarsanız, eski komünyon adetlerini dine sokarsanız (Avrupa milletleri), kültür dine hakim olmakta demektir. Din kültürü yönetirse (terbiye ederse), kültür ortadan kalkmaz, ama kültür dini yönetiyorsa, din açığa çıkmamış olur.
Evrensel bir din, herkese, bütün insanlara hitap ederek gelir. Tabiatı, yayılmaktır. Onu tersine çevirip bir kültüre hapsetmek, bir kültürün malı saymak olmaz. Davet ve yayılma, dinin özü, amacı, ilkeleri aynı kalarak olacaktır. Bütün insanları araplaştıramıyacağımıza göre, buna imkan ve gerekte olmadığına göre kültürlerin İslamlaşması, kimlik ve özelliklerinin kaybolması değil, anlam ve amacında yenilik kazanması demektir. Kültürün İslamlaşması, şahısların İslamlaşması gibi birşeydir. Dün müslüman değilken bir şahıs, bugün müslüman olunca, görünür görünmez nesi değişmişse, nesi değişmemişse, kültürlerinki de öyledir.
Hiçbir kültür, yüksek inanç sistemi üretemez. Mitoloji (efsane) üretir ama Hakikat imanı, yukarıdan gelerek, insan tabiatıyla birleşir. Hz. Peygamber de arapça konuşuyordu, Ebu Cehil de, Medineli Yahudiler (Museviler) de arapça konuşuyordu, müşrikler de. Hz. Peygamberi koruyanlar da araptı, öldürmek isteyenler de. Demek istiyoruz ki dini (İslamı) doğru anlamalıyız. Kur’an’ı iyi anlamalıyız. Ezberlemek ve tekrarlamadan anlamak demek değildir. Bütün müslümanlar ona ezberleseler, anlamını bilmedikçe, Kur’an gayesine erişmiş olmaz. Kur’an ezberlensin diye vahyedilmemiştir. Hıfzın, yazıya ek ve takviye olarak, dünya durdukça bir arşiv hizmeti olduğunu ve önemini biliyoruz. Hz. Peygamber’in doğal olarak ezberindeydi. İlk ve sonraki nesiller içinde bu görev yerine getirilmiştir. Ama bu, yeterli bir miktar içindir ve farz-ı kifaye gibidir. Kur’an’ı sadece ezberlemek, İslam eğitim-öğretimi değildir. Eğitim-öğretim için her müslümanın ezberlemesi gerekmez. Eğer anlamıyla beraber ezberlemişse, (ki iyi bir arapça bilgisi gerekir), bilim için bir ehliyet kazandırır. Bilim için büyük bir kazanç olur. Bu olmadan sadece ezberlemişsek, bunun İslamî bir anlamı yoktur. Burada kutsala (Kutsal Kelama) sığınmak aldatıcı olabilir. Kutsal kavramı üzerinde ayrıca durmak gerekir. Kur’an’ı okumaya ve ezbere musiki katmak, din olmaz, musiki olur. Sadece duyguyu ve dolayısıyla imanı harekete geçirebilir, fakat bilgiyi ve hayatı değil.
Kur’an’ın okunması, ezberlenmesi, anlamının bilinip bilinmemesi meselesi de Din-Kültür ilişkisinin bir başka örneği olmaktadır.