Türkler, Hıristiyan dünyasındaki eşdeğerlerine nazaran mukayese kabul etmez bir şekilde daha fazla hoşgörülüydü ve nadiren zorbalığa başvuruyorlardı; gerçekten Güneydoğu Avrupa’ya hızla ilerlerken Türkler birer kurtarıcı gibi karşılandı.

(Gerard Delany - Avrupa’nın İcadı adlı eserinden, 1995) [i]

Yapılan onca olumsuz propagandaya karşın mertçe çarpışıyor, yaralılar taşınırken ateş etmiyor ve İngiltere’nin büyük korkusu zehirli gazı, avantajlı konumlarına rağmen kullanmıyorlardı. Türkler mertçe, dürüst ve kahramanca bir savaş veriyorlardı.

(Anzakların Kaleminden Mehmetçik 1915) [ii]

Türkiye belli çevreler tarafından sürekli olarak, Batı dünyasında karşılığı olmayan barışçılık öğütlerine muhatap edilmektedir. Bunun yanında Türk milletini soykırımcı olarak yaftalamak için sistematik biçimde yürütülen Batı merkezli uluslararası faaliyetler de söz konusudur. İçerde de bazı malum çevreler dış güçlerin emelleri doğrultusunda açıkça faaliyet içindedir. Bu bakımdan, Türk askerlerinin Birinci Dünya Savaşı’nda kayda geçmiş tutum ve davranışlarına birkaç örnek vermek istiyoruz. Söz konusu örnekler işbirlikçiler aracılığı ile barışçılık öğütlerine muhatap olan ülkemizin, savaş ve barışa ne gözle baktığını gösteren nitelikli örneklerdir. Bunun için, tarih kitaplarında ve yayımlanmış çeşitli hatıralarda yer alan bazı olayları okuyucunun takdirine sunacağız. Konuyu birçok bakımdan zenginleştirmek mümkün olmakla beraber, elinizdeki kitabın amacı dışına çıkmamış olmak için, Türklerin, ötekine, daha açık deyişle, kendisine silah sıkan düşmanının bizzat kendisine bile nasıl baktığını örneklerle sergilemeye çalışacağız. Bunun için ikisi Türk, ikisi Avrupalı dört ayrı yazarın eserlerine başvuracağız.

Ele alacağımız birinci olay, Şark Cephesi’nde görevlendirilen genç bir subayımızın başından geçer. Mehmet Akif Ölçen, Birinci Dünya Savaşı başlarında Türk ordusunda görevli bir teğmendir. Erzurum'u savunmakla görevlendirilen 30. Tümen’de bulunmaktadır. Karşılarında ise Rusların 4. Türkistan Avcı Tümeni vardır. Mehmet Akif Ölçen'in bağlı bulunduğu alay, kuzey doğudan gelen Rus saldırısıyla dağılır. Ölçen'in üç yıl sürecek esaret hayatı böyle başlar. Esirler, önce Bakû'ya, oradan da Uralların yakınındaki Vetluga Irmağı kıyısındaki Varnavin kasabasına götürülmek üzere yola çıkarılırlar. Yol üzerindeki bir kasabada, şöyle bir olay cereyan eder :

“Uzakta bir köy göründü. Arabalarımız tozlu yoldan ağır ağır ilerleyerek köye yaklaşınca, allı, yeşilli, beyazlı giysileriyle bizi bekleyen kalabalığın köyün yakınında toplandığını fark ettik. Balkan Savaşı'nda Yunanlıların yaptığı gibi, bizi taşa mı tutacaklar, üzerimize çürük yumurta, domates mi atacaklardı? Köye daha da yaklaştığımızda kalabalığın bize doğru koştuğunu gördük ve arabaların içine sindik. Kadın erkek, çocuk arabaların etrafını çevirdi, ellerinde ekmek ve çörekleri bizlere uzattılar. Arabalarımız yiyeceklerle doldu. ‘Artık vermeyin bu bize yeter’ dedikçe ‘Hayır, yolunuz uzak’ diyorlardı. ‘Biz size verelim ki, Tanrı da analarınıza, babalarınıza, bizim sizdeki tutsak evlatlarımıza verdirsin.’ ”

Özellikle son satırı okuduğumuzda, Rauf Orbay'ın Cehennem Değirmeni isimli eserinde yer alan, yukarıdaki olaydan daha önce cereyan etmiş olan bir başka olay aklımıza geldi. Yakın tarihimize ışık tutan değerli eserinde Rauf Orbay, Alman Amirali Şason'un barbar tutumunu son derece nazik bir üslupta şöyle anlatır:

“Bu amiral, bizden kimseyi tanımaz, hatta donanmamıza ait raporlarını, Başkumandanı

Enver Paşa'ya dahi vermeyip, 'Ben, her şeyi bağlı bulunduğum Alman Karargâhına veriyorum', derdi. Bahriyemizin bu şekilde Alman tahakkümüne girişi yüzünden, denizcilerimizi pek haklı olarak üzüp rencide eden birçok hadiseler de oldu. Meselâ Amiral Şason, Yavuz ve Midilli ile diğer harp gemilerimizi de alarak, ilk defa Karadeniz'e çıkıp, ilk defa Rus kıyılarına taarruz ettiği vakit, Sivastopol açıklarında tesadüf ettiği bir Rus nakliye gemisini top ateşiyle batırmıştı. Bu esnada vaka mahallinden geçmekte olan torpido muhriplerimizden biri, denizde boğulmak üzere çırpındığını gördüğü birini kurtarmak için durmuş ve torpidonun ikinci kaptanı Hasan Basri Efendi de, bizzat işe karışarak, sonradan bir askerî doktor olduğu anlaşılan bir Rus'u kurtarmıştı. Şahsen tanıdığım Hasan Basri Efendi çalışkan, fedakâr, vatansever bir yüzbaşı idi. Fakat Amiral Şason bu kurtarma işini haber alınca, onu yufka yüreklilikle suçlandırarak, Bahriye Nezareti kanalıyla cezaların en büyüğü olan 'askerlikten çıkarılmak' cezasına çarptırmıştı. Bu genç ve kıymetli yüzbaşının, harp içinde, vatanına birçok hizmetler yapabilme şerefinden mahrum edilerek böyle bir akıbete uğratılışı, Türk denizcilerini son derece üzdüğü gibi, zaten tahakkümleri bitip tükenmeyen her rütbeden Alman subaylarına karşı olan iğbirarını [gücenme] da bir derece daha artırmıştı...”

Rus askerlerinin 250 yıldan beri savaşta olduğu Türk ordusu hakkındaki görüşlerinin ne kadar olumlu olduğunu Mehmet Akif Ölçen'in esir düştüğü günlerdeki ilk sorgulaması sırasında geçen konuşmalardan anlıyoruz :

Osmanlı Türk Devleti ise Neden Türklerin Bundan Haberi Yoktur!? Osmanlı Türk Devleti ise Neden Türklerin Bundan Haberi Yoktur!?

“…İçeri girdim. Birbirimize bakıyorduk. Gösterdikleri yere oturdum. Ne onlar benim söylediklerimi anlıyordu, ne de ben onlarınkini. Kazanlı bir er çağırdılar. Kazanlı er çevirmenlik yapacaktı.

“Kakoi çini? diye sordu yaşlı subay” (Rütben nedir?)

“Paruccik”" (teğmen)

“Yaşın kaç?”

“Yirmi üç.”

“Esir olmaktan mutlu musun?”

“Hayır” dedim. Nasıl mutlu olabilirim. Sabah bir bölüğün komutanı idim. Şimdi tutsağım”

“İnsanın hayatı kurtulur da sevinmez mi? Yirmi üç yaşında, hayatın tadını çıkarmak istemez misin? Elimizden gelse şimdi esir olmayı yeğlerdik biz?

Bunları söyledikten sonra Kazanlı çevirmen ere döndü:

“Sor” dedi, “karşımızdaki asker Türk mü?” …

“Karşımızda duran asker Türk’tür” dedim.

Teğmen olduğu anlaşılan genç Rus subayı söze karıştı:

“Burasını sen ele geçireceksin, ben alacağım diye birbirimizin kanını dökmekte ne anlam var. Rusya çok geniş bir ülke. Savaş kazanılsa bile, ele geçirilen yeni topraklar Rus köylüsüne mi verilecek? Çar ailesinden soyluların çiftliği olacak. Rusya onların keyfi için kan döküyor.

Bir yandan çay içiyor, bir yandan sorulara cevap veriyordum. Çörek ve pasta ikram etmişlerdi. Dostluğumuz giderek ilerliyor ve artık daha açık konuşuyorlardı. Kendileri gibi düşünen subaylar da varmış orduda. Cephede fırsat bulur bulmaz Türk tarafına geçeceklermiş. Günlük anılarını yazdıkları defterlerini ceplerinden çıkardılar. Tutsak Türk subaylarının defterlerine yazdıklarını okutuyor ve Rusçaya çevirtiyorlardı. Biri şöyle yazmıştı: 'Yarın bir kurşunla hayatını kaybeden Rus subayına candan acırım.' Benden de bir şeyler yazmamı istediler. Şunları yazdım: 'Tutsak düştüğüm zaman bu subaydan çok büyük insanlık gördüm. Ordumuza tutsak olursa hayatının korunmasını silah arkadaşlarımdan rica ederim.' Sevindiler..."

Devam edecek

İbrahim Okur

_________________________________

[i] Gerard Delany, Avrupa’nın İcadı, Adres Yayınları, 2014, s. 195

[ii] Mete Tuncoku, Çanakkale 1915-Buzdağının Altı, Tarih Kurumu, s. 159

[iii] Mehmet Akif Ölçen, Veltuga Irmağı, Ümit Yayıncılık, 1994, s. 71

[iv] Rauf Orbay, Cehennem Değirmeni, Emre Yayıncılık, 1. cilt, 1993, s. 24

[v] Mehmet Akif Ölçen, Vetluga Irmağı, sayfa 43

Editör: Kerim Öztürk