Cumhurbaşkanı Erdoğan aynen şunları söylemiş; “Görevi üstlendiğim günden beri yaptığım her şey Anayasa’ya ve milletime taahhütlerime uygundur. Şahsımla ilgili iddialar, iftiradan ibarettir.”
Bu sözleri eden Cumhurbaşkanı Anayasanın öngördüğü parlamenter sistemi “bekleme odasına” aldığını söylemiştir. Anayasaya göre ’Tarafsızlık’ yemini etmiş AKP’den yana resmen taraf olmuştur. Seçim döneminde “açılış” adı altında seçim mitingleri düzenlemiş, halktan resmen dört yüz milletvekili istemiştir. ’Milletle buluşmak’adı altında Cumhurbaşkanının yapmış olduğu bütün mitingler seçim döneminde gerçekleşmiştir. Genel seçimlerin yapılmasıyla birlikte Cumhurbaşkanının açılış toplantıları ve milletle buluşma mitingleri de sona ermiştir!
Cumhurbaşkanı Erdoğan, “yaptıklarım anayasaya ve milletime taahhütlerime uygundur” derken, yaptıklarının anayasaya uygun olmayanları için ’millete yapılan taahhütlere, millete yapılan taahhütlere uygun olmayanlar için de anayasaya uygundur’demiş oluyor.
Burada asıl sorun anayasaya uygun olmayan taahhütlerin millete yapılmış olmasıdır. Hâlbuki yürürlükteki anayasa, sonuçta milletin anayasasıdır. Anayasayı yapan da millettir. Milletin yaptığına uymak millete duyulan bağlılığın sonucudur. Millete taahhüt bu anlamda anayasaya yapılmış taahhüt olmalıdır. Millete anayasa dışı ya da anayasayla çelişen taahhütte bulunmak milletin iradesini çiğnemektir.
Anayasaya göre Cumhurbaşkanı olanlar, anayasayı millet değiştirene kadar o ona uymak zorundadırlar. Tarafsız olmak, partinin değil devletin başı olmak, yüzde ellinin değil herkesin cumhurbaşkanı olmak anayasanın gereğidir. Aksi takdirde anayasal devletten söz edilemez. Herkes anayasayı kendi ihtiyaçlarına ya da amaçlarına göre yorumlama hakkına sahip değildir.
Şu sözler yaklaşık dört yüz yıl önce yaşamış olan Spinoza’ya aittir:  “Her insanın kamusal yasaları canının istediği gibi yorumlamak özgürlüğü olsaydı, hiç bir devlet ayakta kalamazdı. Devlet bu yüzden hemen çözülür ve kamusal yasa özel yasaya dönüşürdü.”
Devletin varlığıyla anayasa ve anayasal düzen arasında bir paralellik vardır. Anayasalar yönetici elitin çıkar ve ihtiyaçlarına göre değil milletin/kamunun çıkar ve ihtiyaçlarına göre yorumlanır ve değerlendirilir.
Tarih boyunca yasaları ya da anayasayı çiğneyenler işledikleri suçlara haklı bir gerekçe uydurmakta çok da sıkıntı çekmemişlerdir. En azından Spinoza zamanından bu yana durum böyledir. Baruch de Spinoza,  “Teolojik-Politik İnceleme”  adlı eserinde şunları yazıyor:  “Siyasi bütünü idare edenler ya da onu elinde tutanlar, hangi suçu işlemiş olurlarsa olsunlar, ona hep bir hak görünümü kazandırmaya ve halkı dürüst davrandıklarına inandırmaya çalışırlar. Tüm yasanın yorumu bütünüyle onlara ait olduğunda, bunu da kolayca yaparlar. Gerçekten de her istediği şeyi yaptıran pek büyük bir özgürlüğü tam da bu konumdan elde ettikleri kuşkusuzdur.”
Kişilerin eylemleri başkaları tarafından yargılanır, anayasaya, hukuka ve adalete uygunluğu konusunda kanaat bildirilirse bunun mantığı vardır. Yasaların gerçek yorumu herkes tarafından kimsenin kuşkulanmayacağı kadar açık olursa herkes tarafından kabul görür. Bir kimsenin kendisiyle ilgili iddiaları iftira olarak nitelemesi sonucu değiştirmeye ve insanları ikna etmeye yeterli değildir. Bunun için ortaya konulmuş eylemlerin, söylemlerin ve tavırların da savunmayı desteklemesi gerekir.
Eylemi başka söylemi başka, gerçeği başka görüntüsü daha başka olan çelişik tavırlar kamu vicdanını rahatsız etmektedir. Devlet gücünü eline geçirmiş olanların yaptığı haksızlık, adaletsizlik ve eşitsizlik sıradan insanların yaptıklarından çok daha fazla tepki doğurur.
Herkesin saygı duyduğu ve duyması gereken makamları işgal edenler, herkese aynı mesafede davranmak zorundadır. Cumhurbaşkanının tutumunun bu kadar çok siyasi tartışmaya konu olması doğru değildir.
Sağlıklı demokrasilerde, ’herkes için bir yer vardır ve herkes de kendi yetki ve sınırıyla kendi yerinde durmaktadır.’ Türkiye’de niçin olmasın?