Değerli okurlarımızla karşı karşıya gelip, sohbet edebilme eksikliğini hep hissettim. Son kitabımız “Çokkültürlülük Virüsü ve Milliyetçilik” bilindiği gibi Aydınlar Ocağı tarafından 2021 yılında çıkmıştı. Böyle bir ciddi ve Türkiye’nin belki 5-10 sene sonra önüne konabilecek, doğrudan veya dolaylı dayatılabilecek bir konuyu önceden ele almaya çalışmıştık. Rahmetli hocamız, hocaların hocası, kendisine çok şey borçlu olduğum Ord. Prof. Dr. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu asistanlığımızın ilk yıllarında bazı kitapları bize verir, okuyarak özetini çıkarmamızı isterdi. İstediği özet de yazarın sıradan bazı cümlelerini alıp sıralamak değildi. Hoca bizden “yazarın derdi ne ki, bu kitabı yazmış; vermek istediği mesaj nedir?” gibi çok ince ve zor soruların cevabını isterdi. Bizim de derdimiz ülkemizin geleceği ile ilgilidir.
İlk baskısını 1991 yılında yaptığımız ve oldukça ilgi gören “Etnik Tuzak” kitabımızın ismini koyarken o dönem ve öncesinde faal olan ideolojik çatışmaların yerini alabilecek ve emperyal güçlerin kullanabileceği yeni araç ve malzemeler üzerinde düşünerek etnik tuzak ismini koymuştuk. Dünya egemenliğini hedef alan ülkelerin belirli coğrafyalarda yaşayan ülkelerin iç işlerini ve sosyal yapılarını kendi çıkarlarına göre şekillendirmek istedikleri belli idi. Beklenen de bir bakıma olmadı değil. Başta ABD olmak üzere, kendisine engel olabilecek milli hassasiyetleri, farklı alanlarda milliyetçi düşünceyi dondurarak, toplumları uyuşturarak devre dışı bıraktıkları görülmüştür. Fark ettirmeden sivil işgal peşine düşen süper güçler, önü açılmış milli ve üniter devletleri bölmek amacıyla terör örgütlerini kurdukları ve işlerine geldiği sürece destekledikleri ortaya çıkmıştır. Bu ülkeler iç çatıştırmalarla kendilerine direnecek direnç unsurlarından kurtulmak peşine düşmüşlerdir. İdeolojik çatışmalar yerine etnik ve mezhep çatıştırmalarından fayda uman bu ülkeler, 2000’li yıllarda hedef ülkelerin sosyal yapılarına yepyeni bir virüsü şırınga etmiştirler: Çokkültürlülük dayatmaları… Bir çok ülke bu yeni virüsle karşılaştıklarını zor fark edebilmişlerdir. 2000’li yılların başlarında Dünyayı allak bullak eden binlerce insanın ölümüne sebep olan Kovid-19 virüsüne benzettiğimiz için bu çokkültürlülüğü ve onun antitezi olan son yıllarda yükselen milliyetçiliği kitabımıza başlık yapmıştık. Gerileyen küreselleştirme çabaları ve küreselleştirmenin önü açılan milli devletleri çözülme sürecine sokması, ülkeleri milli çıkarlarına daha fazla sarılmaya sebep olmuştur.
Dünya’daki bilhassa gelişmekte olan ülkeler üzerinde göç mühendisliği yapılarak, bunların göç almaya mecbur bırakılmaları, aslında bu ülkeleri ileride çokkültürlü bir yapıya dönüştürmek içindir. Çokkültürlülüğün sürekli çok seslilikle karıştırılması hedef şaşırtması olarak karşımıza çıkmıştır. Türkiye’de de son yıllarda Suriye’li, Irak’lı ve Afgan’lı gibi iç savaş ve karışıklıklardan kaçıp Türkiye’ye sığındıkları ve bunlara gereğinden fazla ilgi gösterildiği ve imtiyazlar verildiği bir gerçektir. Önce geçici koruma altına alınan bu toplulukları, bunların kendi ülkelerine göçlerini engellemek için Batı’lı ülkeleri yeni bir talepte bulunmaya sevk etmiştir. Sözde bir takım teşviklerle göç alan ülkelerin ve Türkiye’nin sosyal bütünleşmeye zorlandığı ve bunlara vatandaşlık haklarının verdirildiği ile karşı karşıyayız. Maksat, ileride kullanmak üzere Türk kültürüne uyum sağlamaları zor olan göç eden topluluklardan yeni PKK’lar, DEAŞ’lar, İslam’da tevhid anlayışını bozucu yeni örgütler çıkarabilmektir. Böyle bir ortamda, güçlü ülkeler bizleri ufalanarak daha iyi bütünleşmeye zorladıkları görülmektedir. Etnik tuzağın ortaya konulmasının sebeplerinden birisi de budur. Eğer bu sözde demokratikleşme ise bu güçlü ülkelerin aslında bütünleşme sorunları olmasına rağmen neden bu tavsiyeleri kendileri uygulamazlar? Müslüman göçmenlere ve Türk vatandaşlarına karşı örtülü ırkçı ve yabancı düşmanlığına hoşgörülü politikaları neden uygularlar? Aslında çokkültürlülük dayatması ve bunun demokratikleşme diye takdimi bize yabancı değildir. Gerek altı sene önce hızlandırılan “yeni anayasa” çalışmalarında bize bu baskı açık olarak hissettirilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti ile değişik sebeplerle kavgalı olan unsurlara güvenlikçi değil; özgürlükçü politikalarla yaklaşılması tavsiye edilmiştir. Etnik parsellemeyle ufalanan milli devlet ve üniter yapı, iç çatıştırmalara ve darbe girişimlerine daha açık hale gelebilir.
Bugün olanları fark ederek geleceğe hazır olmak için milli eğitim ve kültür politikalarımız ayrıştırıcı değil, ülkenin birlik ve bütünlüğünü, milletleşme sürecini güçlendirici yöne döndürülmelidir. Türkiye üzerinde bir dönem ideolojik sınıf çatışmaları tahrik edilerek iç sosyal yapı zayıflatılmaya ve tepkisizliğe zorlanmıştır. Sınıf çatıştırmalarının yanısıra mezhep taassubunun doğurduğu ve oran olarak çok düşük olan bu yönde şartlanmış fertlerin propaganda yolu ile çoğaltılması dış müdahaleler karşısında direnişi dondurabilir ve zayıflatabilir. Toplumda farklılıklar yaratarak veya farklılıkları toplum aleyhine körükleyici çabalar emperyal güçlere daha rahat hareket edecekleri alanlar açabilir. Önemli olan vatandaşlarımızı ona buna malzeme yaptırmamak ve kullandırtmamaktır. Bu da başta devletin tarafsız kalmayarak TC’ye sahip çıkma görevidir.
Prof. Dr. Mustafa E. ERKAL